İstiklal Caddesi bombacısının geride bıraktığı sadece vahşetin fotoğrafıydı. Şimdi ise hüznü koklayan, ancak cadde boyunca bayrak ve vatan sevgimizi pekiştiren adımlarımızı sıklaştırdık.
Bayrakların arasından yürüyoruz. Terör saldırısı sonrası kurmay aklın beyin fırtınası :öylesine bir güzelliğin kapısını açmış ki en az iki kilometre Türk bayrağı ardışık olarak dizilmiş yol boyunca .
Ekonomiyi ,turizmi ve göçmenlere kucak açarak hami devlet rolünün binbir fedakarlıkla hakkını veren devlet ve millete karşı konulmuş bu bombalı saldırıya en güzel cevap verilmiş bu tabloyla.Bayrakların arasından yürürken, şanlı bayrağımızın rengine renk veren dipdiri şehitlerin hatırasıyla , hangi muzaffer edaya kapılmaz ki insan …
“Yenilgi yenilgi büyüyen bir zaferi “ kovalıyoruz adeta.
Apansızca yumruklanmış.Dövülmüş.Hırpalanmışız.
Bir yanımız bahar bahçe oysa.
Yarın : gör bak neler olacak ! der gibi umut doluyuz.
Her bayrağın yanından geçerken 2 gün önce bu caddede küçücük kalpler cennete gitmişti.Canlar ayrılmıştı aramızdan.
O kadar vahşice planlanmıştı ki bombanın patlatılması. En çok insan grubu, hangi saatte, nerede olur diye düşünülmüştü. Herbir şarapnel bir insana isabet etmiş ,daha önceki patlamalarda yaşandığı gibi, çevre dükkanların tuz buz olan camları bile kırılmamıştı.
Küçük Ecrin ve babası böyle aramızdan ayrıldı.
Büyüklerin dünyasına kocaman bir sitem bırakarak hemde.
“Beni yaşatamadığınız ve güzelleştiremediğiniz bu dünyadan gidiyorum” nidasını işittim Ecrin’den.
O’nun bıraktığı izden, kanlı sedyesinden, ölüme doğru hikayesini anlatan her türlü fotoğraf karesinden işittim bu vedasını…
***
Roger Garaudy , “batının dünyanın en büyük canisi “ olduğunu hatırlatır. Ecrin’i, babasını, kıyılara vuran Aylan bebekleri ,ortadoğu yetimlerinin anne babasını öldürenleri, cinayeti işlerken bile insan olduğunu unutan batılı kafayı “savaşı er meydanında mertçe yapmayı “ unutan ve unutturan bu cani kafayı, 20-30 yıl önce daha bir suçlardık.
Kimi yazarlarımıza göre “Şeytan’ın çocuğu” idi batı ve batılı kafa. Günah ülkesiydi.
Bu yüzden çok da rağbet etmedik batılıya.İlmini alalım da, ahlakını dışlayalım diye bir tekerleme de çokça söyledik.
Vahşetin, cinayetin ve şehvetin kötü hikayesini de haydi öğrenelim bir an önce diye çok hevesli olmadık .
Yine bir batılı kafanın söylediği gibi :daha çok düşmanlar bize neler neler yaptı kısmındaydık,biz nerede hata yaptık? bölümünü konuşamıyor, zülfiyare dokunmaya cesaret edemiyorduk ? Neden şehirlerimiz pis? neden imar yapılanmamız eğri büğrü, adalet terazimizde doğru olan değilde , güçlü olan neden haklı çıkıyor ,neden zamanı bu kadar boşa geçiriyoruz diye soramıyorduk kendimize !
“Uyuşturucusu uygarlık” olan toplumsal yapımızla bugünlere geldik.Kime kızacağımızı çokça bilmeden toplumsal öfke hezeyanlarıyla darbelere zemin hazırladık.Darbeciler dersine iyi çalışınca analizde edemedik ne olup bittiğini.12 Eylül, 28 Şubat, E-Muhtıra, 15 Temmuz yarım asrı geçen ömrümde benim yaşadıklarım.
Gerçekten de , bugünlerde “teknik beşer “kavramının içini doldurmak için beyne yerleştirilecek çiplere kadar bu konularla alt üst oluyoruz. İnsan kavramını hala pozitivist bir tarifle geçiştiren batı düşüncesi eşyanın fethi üzerinden tüm dünya için liderlik etme hevesinden birşey kaybetmedi.Ancak insanı ve hayatı besleyemediğini gizleyemiyor.İnsanı mutlu etmediği gibi, okullarda, klüplerde delirttiği insan tipleri makinalı tüfekle insan öldürüyorlar .Batılı insanın kendi insanına evrensel hak diye sunabildiği, geberesiye bir konfor ve eşcinsel evlilikler.LGBT, Netflix.. gibi çok bilinen çukurlardan, sosyal mecralardan başka adını sayarak reklamına hizmet etmemek gerektiğini savunduğum bir sürü sapkınlık kapılarımızı aşındırıyor.
Dersimize nasıl çalışacağız ? İnsan yetiştirme düzenimiz ruh ve mana kökünü nasıl oluşturacak ?
Ekonomimizi her fırtınadan nasıl koruyacağız?
Sosyal ve kültürel alanlarda insanımızı ekrandan uzak tutup , nasıl insanla buluşturacağız?Tanış olması için ve işi kolay kılması için..
Darbeleri engellemek için ve devleti yönetenin, milletin kalbinden çıkmasını nasıl temin edeceğiz?Milletin iktidarını nasıl muktedir yapacağız.Millete rağmen “28 Şubat bin yıl sürecek” diyen kötülük monşerlerini tarihin çöp sepetine nasıl atacağız?
Savunma sanayimizde büyük başarılar sağlayan AR-GE kulvarlarını nasıl açık tutup, futbolun her evin içerisinden geçen günübirlik bir kavga , toplumda nefret dili olmasını gözeterek, futbolcuların değilde Ar-Ge ile uğraşanların daha çok para kazanmasını , onların alkışlanmasını,ödüllendirilmesini nasıl yarıştıracağız?
Hayatı ,insanı ve yaşadığımız anı kıymetlendiren ne varsa bir potada meczetmeyi nasıl başaracağız ?İnsanoğlunun hasbahçesini nasıl zenginleştireceğiz?
İşte bu soruların cevabını yoğun şekilde aradığınızda karşınıza çıkan bir çağdaş derviş, bilge insan Aliya İzzetbegoviç ,yaşadıklarıyla, yaptıklarıyla,savaşıyla, dinamizmiyle ,dua ve gayretle yaşanmış bir hayatın bereketiyle sizinle konuşmaya başlıyor ve kulak misafiri olduğunuz ne varsa içinizde biraz daha bereketleniyor duyduklarınız, işittikleriniz , okuduklarınız ve hissettiklerinizle.
Aliya İzzetbegoviç …
Bir hakikat eri.
Doğruları söylemekle yetinmemiş, yaşamaya gayret etmiş, yaşayamadıkları için savaşmaktan çekinmemiş bir adam.
Cephede yaşadıkları kadar , savaşın nasıl yapılacağı yönünde de aktif ve dinamik bir tavır takınabilmiş bir savaşçı.O’nu asla İstiklal caddesine bomba koyup, masum insanların kanına girerek terör belasıyla bir kazanım elde etme amacıyla hareket halinde göremezsiniz.Yada IŞİD belası gibi marjinalleşmiş bir islamcı edasıyla insanların kafasını vücudundan ayırarak bunları kameraya çeken ve dünyaya “islami cihadın” ne olduğunu gösteren !Yada Fetö kurgusu gibi dini değerler üzerinden samimi bir insan grubunu kullanarak bir coğrafyanın insan kaynağını, zekatını ve gayretlerini çalarak mertçe bir savaşın çok uzağında namert örneklere tenezzül ettiğini göremezsiniz.Çünkü savaşın düşmana benzediğinizde kaybedildiğini dünyaya öğreten bir bilge kral’la karşılaştığınızı fark ederseniz .
O’nunla ister dost olun isterseniz düşman .İki halde de kalleş ,namert bir tavır görmeyeceğinizden emin olabilirsiniz
Bu güzel insanla aynı tarafta olmak öncelikle her yüreğe bir onur katar.Evet.
Fakat aynı zamanda Aliya’nın tarif ettiği biçimde hayatı ve insanı kavramak ise müthiş bir sorumluluğa davet eder insanı. Aliya İzzetbegoviç bu manada bereketli bir kulvar olarak karşımıza çıkıyor.Müslüman coğrafyanın yakın zamana kadar zihinsel istikametine yön veren kalem erbabı, ne yazık ki son zamanlarda yapılan İslam Ülkeleri toplantısında Malezya liderinin söylediği gibi sınıfta kalmıştır.”Çünkü bu dünya müslümanlığının kendine olan saygısı zedelenmiş, bir rol model idealini kendi gençliğine seslendirecek takati olmayan bir islam coğrafyası,lidersiz, ulemasız, kimliksiz ve kimsesiz kalmıştır. Şairleri, yazarları ve yöneticileriyle bir bütün olarak büyük fotoğrafta yenilgi hissi hüküm sürmektedir.Bu duruma karşı koymak mecburiyetindeyiz.Umudumuzu kaybetmeden var olmak zorundayız.”
Aliya İzzetbegoviç, müslüman dünyanın kendi hikayesini yazma arzusuna umut katmış, mücadelesini sevgiyle, sebatla,dirençle ve istikametten şaşmayarak verdiği şahsiyet mücadelesiyle taçlandırmıştır.
Emperyal sisteme karşı koyuşu destansı bir mücadeledir.
Makyavelizme tenezzül etmez.
Çünkü zaferin de elde edilince başımızı göğe erdirecek bir hediye paketi olmadığının farkındadır.
İnsanın hayat mücadelesinin tek yönlü bir kulvarla başarılamayacağını maddeten ve manen gelişmenin ancak ve ancak hayat denen fanilik için, güzel şeyleri bereketlendireceğini hissettirir.
Bunun içinde batı düşüncesini yok saymaz.
Günahın çocuğu olarak ilan etmez.
Aklı başında bir tenkitle yanlışları tesbit eder.
Marks’ın, Hegel’in,Darvin’in doğru tenkitleriyle yetinir ve aşırılığa kaçmaz.Michelangelo’nun ifadesi gibi “sadece fazlalıkları almaya “özen gösterir.Çünkü insanın hakikatinin , çokta öyle birden fazla olmadığının farkındadır.Yanlış yanlıştır ancak, doğrunun birden fazla söyleniş biçimi elbette mümkündür. Aliya’nın bu anlamda İslam Coğrafyası için önemli bir kulvara işaret ettiği tartışmasızdır.
Bir sabah namazı buluşmasıyla ,hayatımıza katacağı bereketle insanımıza seslenişimiz yeni değildir.Bu çağrı elbette sürmelidir.Fakat ibadet ve dua üzerinden tevekkül duygusuna çabuk kapılmamız ve kendimizi kadere terk etmemiz ,tarih boyunca devlet olarak aktif rol almadığımız zamanlara rastlamaktadır.
Gerçekten de Osmanlı’nın yıkılış dönemlerine mihenk olan endüstri devriminin yakalanamamış olması da çalışmayı ve maddi şüpheyi bir tarafa bırakıp kendimizi miskin bir alana kaydırarak adını tevekkül koyduğumuz ve bu şekilde teselli olduğumuz zamanlara tekabül etmektedir.Bu bir rastlantı olamaz.Tevekkül rahmetli Cemil Meriç’in de ifade ettiği gibi ancak miskin toplumların çokça heves ettiği ,diğer taraftan çalışkan toplumların ise ter akıtıp ancak sonucunda tevekkülle teslim oluşunu sembolleştirdiğinde gerçek anlamını bulmaktadır ki bizce doğru tarif ancak budur.Aliya İzzetbegoviç gerçek bir mütevekkildir.Çünkü savaşmaktan, karşı koymaktan hiç usanmamıştır.O’nun sloganı cephede tevekküldür.Gayreti hiç terk etmeden.”Aşkı göğsünde kurşun gibi taşıyanlardandır “ Aliya.
O’na göre her zaman bir çıkar yol vardır.Çünkü umutsuzluk yoktur.
Hayatın , insanın insana bahşettiği birşey olmadığını söyler Aliya İzzetbegoviç.Bu sebeple batılıya karşı “yeterki yaşamama izin ver,ez ezebildiğin kadar razıyım” psikolojisini fırlatır atar.
İslam coğrafyasına karşı batının dikte etmeye çalıştığı : “verdiğim kadarıyla yetin daha fazlasını isteme” reaksiyonuna ise tüm hayatıyla karşı koyar .”Başımızı eğecekmiyiz, yoksa başımız dik vaziyette mi yaşayacağız”diye sorar ve barışın gelmesi halinde kinle değil kin tutmadan eyleme geçilmesiyle Bosna projesinin başarıya ulaşacağını müjdeleyerek son noktayı koyar ve Bosnalılara cevap verir.”Allah’a yemin olsun ki biz köle olmayacağız “
Aliya İzzetbegoviç aynı zamanda rasyonel bir mücadelecidir. Alışık olduğumuz coğrafyanın melankolik duruşundan eser yoktur.Cesaretle, bilgelikle yol alırken aynı zamanda gelecek mefkuresinden taviz vermeden estetik bir duyarlılıkla mesafe almıştır.İnsanın insanla buluşmasını illa pragmatizmle ifade eden batılı anlayışı reddeder.
Aliya’nın bize bıraktığı miras sadece hikmetli sözlerden ibaret değil elbette.Tapınma dininden nasıl hayat tarzı bir islama geçebileceğimizi sorgular Aliya .Gayret, ihlasla çalışma,ahlaklı olma ,düşmanlarımız için bile adalet isteme fikrinden yola çıkarak islamın bir hayat olmasını ancak bu surette “üçüncü yol “ olarak bütün insanlığın ışığı olacağını hayatıyla anlatan bu mücadeleci adamı ne kadar içimizde,yüreklerimizde yaşatsak azdır diye düşünüyorum.
Çünkü Aliya’yı hissettiğinizde, ondan bir hatıra aklınıza geldiğinde şöyle bir irkilip “ben neden oturuyorum ki” diyorsunuz.
Ayağa kalkıp koşmaya başladığınızda “yalnız olmaz” kardeşlerim nerede ? diyorsunuz.
Yıldızlara baktığınızda etrafınızda başı dik durmayanlar varsa neden diye sorguluyorsunuz? Aliya gibi başı dik neden durmadıklarını ?
Ne düşünüyorsunuz?